16 Mart 2019 Cumartesi

İRAN - SUUDİ ARABİSTAN İLİŞKİLERİ, Sıddık DEMİR


      İRAN - SUUDİ ARABİSTAN İLİŞKİLERİ


Sıddık DEMİR


    Suudi Arabistan ve İran kendi bölgelerinin en güçlü devletleridir. İran’ın gücü imparatorluk geçmişinin yanında, petrolü, nüfusu ve ideolojik duruşudur. Suudi Arabistan’da petrol zengini bir devlet olmasına rağmen iki milyon yüzölçümü olan toprağında yetersiz bir nüfusa sahiptir.
            Körfez bölgesinin hassasiyetleri başta olmak üzere rejim kaygılarına ilaveten dış faktörler bu iki devletin arasındaki ilişkileri tayin eder. Şartlara göre politika değişikliği belli zaman aralığındaki yakınlaşmalarının yanında keskin zıtlaşmalarda görülür. İnişli çıkışlı ilişkilerin temelinde karşılıklı anlayışsızlıkların ve birbirlerinin hukuklarına yönelik saldırgan algıların oluşmasıdır. 1980 öncesi İran’ı  Pehlevi Hanedanı yönettiği için dış faktör olarak ABD’nin etkisiyle aynı odağın ittifakı olan Suudilerle problemsiz ilişkiler yaşanmıştır. Müttefiklik ilişkisi içinde var olan problemler çözülmüştür. Aslında İran-Suudi ilişkisini iki ana eksene ayırarak işlemek lazımdır. Humeyni ihtilali olan 1979 tarihinden önce ve sonra olarak. Önceki ilişkilerde keskin veya kırmızıçizgilerin olmaması barışçıl bir ortam yaratmaktaydı. Tek sıkıntı yer altı zenginliklerin ve bu zenginliklerin güvenliği olan yol güzergâhındaki küçük iradi problemlerdi. Her iki devletin de müttefiki olan ABD’nin müdahalesiyle bu sıkıntılar herhangi bir çatışma olmadan vuzuha ulaşıyordu. Ancak 1979 ihtilal sonrası durumlar değişir. Humeyni dönemi İran’ı Suudilerle birçok kalemde onları endişelendirecek uygulamalara yer vermesi, karşı tedbirlerin oluşmasını tetikler. Humeyni ihtilaliyle beraber İran, ABD müttefikliğine son verdiği gibi ideolojisini ihraç çalışmaları kendini göstermeye başlar. Suudilerle çatışma bu noktada kendini gösterir.
            Rejim ihracı çalışmaları, monarşi yönetiminin hüküm sürdüğü Suudileri çok rahatsız eder. 1980-1988 arası Irak savaşıyla devrim ilkeleri iyice yerleşen yani kurumsallaşan İran, yüzde on Şii nüfusa sahip Suudilerin ve Suudilerin etrafındaki Şii nüfusun hâkim olduğu Bahreyn, Irak, Yemen kanalıyla Şii hilal ekseni oluşturması, Suudileri hayli tedirgin eder. Bu endişeyle Suudi Arabistan İran-Irak savaşı boyunca Sünni lider Saddamlı Irak’a destek verir. Maddi boyutu çok yüksek olan bu destekle Saddamlı Irak, İran’ın yayılmacılığını frenleyerek Suudileri rahatlatır.
            Suudilerin güvenlik unsuru olan ABD’nin de İran’a karşı yapacağı fazla bir şey olmaz. Suudilerin yanında durması onlar için moral kaynağı olmuştur. ABD bir açıdan İran-Suudi arası çekişmelerinden en fazla fayda sağlayan ülke durumunda olduğu için aralarında herhangi bir sulhun olma ihtimaline bile tahammül edemez. Bilakis anlaşmazlıkları körükleyerek Suudileri sömürmeye devam eder.
            İran’ın, ABD ve İsrail eksenli dış politikada karşıtlığı bilinir. Suudilerin gelinen nokta itibariyle bu devletlerin korumalığına sığınması ve diğer taraftan İran’ın çevirme taktiğine karşılık beş körfez ülkesini yanına çekerek körfez işbirliği konseyi (KİK) oluşturur.
            İnişli çıkışlı bu siyaset İran’da yönetim değişikliği ile daha da belirginleşir. Humeyni’den sonra dini lider seçilen Ali Hamaney zamanında rejim ithal çalışmaları biraz akamete uğradığı için ilişkilerde yumuşama görünse de İranlı Hacıların haç farizasını yerine getirdikleri esnada taşkınlıkları Suudilerin sert tepkisi ile karşılaşır.  Ve yüzlerce Hacı adayı ölür. Bu tarihten itibaren bütün diplomatik ilişkiler kesilir. Irak İran savaşında Irak’a açık bir şekilde destek veren Suudiler, Irak’ın İran’dan sonra Kuveyt’e müdahalesiyle İran’la yumuşama emaresi gösterir. Demek oluyor ki İran Suudi çekişmesi yalnız mezhepsel eksenle olmayıp diğer faktörlere de bağlı olarak gelişmektedir.
            Kuveyt işgalinde Saddam’a karşı İran’a yaklaşan Suudiler ABD’nin de kendi topraklarına Saddam’ı bahane ederek asker konuşlandırmasına izin vermiştir. Nitekim ABD askerleri ile beraber Saddam Irak’ının Kuveyt’ten çıkarılması sağlanmıştır. Tabiî ki bütün savaş masraflarının Suudiler tarafından karşılanması sağlanır. İran’ın birçok alanda güçlenmesi Suudileri ciddi bir şekilde endişelendirir. İran’ın nükleer enerji ve buna bağlı olarak nükleer başlık taşıyan silahlarını geliştirmesi Suudileri rahatsız eder. İran’ın ‘Velayeti Fakıh’ anlayışıyla dini otoriteyi, seçimle de Cumhurbaşkanını seçmesi, devlet yönetimini Kral ve yaşayan çocuklarının yönetmesi, yönetime aile dışı kimsenin girmesine müsaade edilmemesi anlayışından oluşan Suudi’ler de rahatsızlık oluşturur. Bütün bu nedenlere ilaveten yer altı madenlerinin sevk ve pazarlık ile beraber güvenliği konusunda ki endişeler yabana atılamaz.
            Üstelik İran, kontrolünde olan Hizbullah’ı kullanarak başta Lübnan olmak üzere bazı diğer Arap ülkelerinde ağırlığını hissettirmesi, Suudilerin ABD’nin kucağına oturmasına vesile olur. Çünkü Suudi devleti çok zengin fakat zayıf bir devlettir. Bazen Şii bloka karşı Sünni blok oluşturma çabası ABD’nin işine gelmediği için akamete uğrar. Mesela Suriye de ÖSO’a Türkiye ile beraber desteğinin yanında Mısır’da ABD’nin yanında yer alır. Suriye’de muhalefetin yanında Mısır’da muhalefetin karşısında. Son dönemde Suriye’de Türkiye’nin destek verdiği muhalefetin değil de ABD’nin desteklediği muhalefete (PKK) destek vermesi manidar bulunur. Afganistan ve Pakistan’da Taliban’ı ve Saddam’ın Irak’ını destekleyen Suudi politikasına karşı ABD ve İran’ın ayni safta olmaları gibi… Akşamdan sabaha değil ama atılan her adıma karşı değişen politik ataklar devletlerarası dostlukların olamadığına dair göstergelerdir.
            İran-Suudi Arabistan arasındaki bölgesel güç dengeleri daha çok küresel güçler tarafından belirlenir. İran ve Suudi devletlerin Sünni-Şii farklılıklarını bölgesel çıkarları için kullanmaktadırlar. Basra körfezi küresel güçler tarafından hayati bir önemde olduğu için bölgesel güçler ancak sembolik olarak savaşın bir tarafı olurlar. Esas zenginliklerinin getirisi küresel güçler tarafından tasarruf edilir. Bu çatışmalarda en büyük zararı bölge halkı ve devletleri görür. Böylelikle ilişkilerin azami yükseklikte gelişmesi ve problemlerin asgari ölçülerde tutulması yönünde atılan adımlar veya bölge politikaları ile bölge nispeten rahatlayabilir. Yalnız bu iki devleti değil bölgedeki rahatsızlıklardan etkilenen birçok devlet de bu anlamda rahatlayacaktır.
       BAE ve Suudilerin Katar üzerindeki tavrı karşısında en fazla rahatsızlık duyan ülkelerin başında Türkiye olmuştur. Türkiye’nin tavrı İran’la aynı çizgide olduğu için Suudi yönetiminin buna sıcak bakmadığı gelişen son durumda kendini göstermektedir. Ülkemiz yöneticilerinin mezhepsel ayrım karşıtlığı üzerine geliştirdiği politikaları yerinde olsa da başka aktüel faktörlerin sebep olduğu bunalımlarla mecburi taraf olunmaktadır.
            Dünya dengelerinin özellikle de İslam ülkelerindeki dengelerin her an değiştiği ve dolayısıyla yeni dengelerin oluştuğu dış siyaset ve Uluslararası politikalar kurumsallaşmadığı sürece mevsimlik politikalarda yeni bloklaşmalar devam eder. Ortak değerleri sivrilterek farklılıkları törpülemek her ülkenin faydasına oluşacaktır.


25 Şubat 2019 Pazartesi

ABD DIŞ POLİTİKASI VE İSTİHBARAT

             ABD DIŞ POLİTİKASI VE İSTİHBARAT    
             

Sıddık Demir
(Eğitimci,Araştırmacı Yazar)
   
     18. yy başlarına doğru ciddi bir göç dalgasıyla ciddi bir nüfuza sahip olan yeni kıta ABD de devlet 1861 – 1865 yıllarında yaşadığı iç savaş ve çalkantılar sonunda bütün kurum ve kuruluşlarıyla oluşur. Bu tarihten sonra tanınır ve önemsenir. Birinci Dünya Savaşı’ndan ziyade İkinci Dünya Savaşı’na müteakip bir dünya devleti olarak liderliğe oturur. ABD’nin otoriter egemen ve dünyanın jandarmalığına soyunması Ekim İhtilali ile (1917) gayrı memnunların oluşturduğu Sovyet blokunun oluşmasına da sebep olur. İki kutuplu bir dünya soğuk savaş metodu izlenir. Koca bir asır göz dağı ve psikolojik yaklaşımla gelir geçer. Birinci Dünya Savaşı’ndan yaklaşık bir asır sonra soğuk savaşa sebep olan doğu bloku devletler kampı (Sovyetler) dağılır. Bu blokta Rusya tek başına kalınca ABD’nin jandarmalık gücü dolayısıyla hırsı veya ihtirası kat be kat artarak günümüze kadar gelir. İki kutuplu dünya devletler kampının bir ayağı çökünce öbür ayağın daha da güçlenerek gelişmesi ve kontrol edilemez bahsi üzerinde duracağız.
            İki kutuplu bir güç dengesinde birbirlerinin aşırılılıklarının kontrolü elbette taraftarların silah teknolojisi ve ekonomilerine bağlı olarak caydırıcı olunmuştur. Aynı caydırıcılık halen devam etse de terazinin kefesi ABD’den yana ağır basmaktadır. ABD’nin devasa gücünü ön gören bugünkü yaşlı kıta Avrupa Devletleri kökeninde savunma endişelerinden ötürü birlik oluşturmak istemektedirler. Bir olmak diri olmak ihtiyacı beka meselesi olarak göründüğü ve kabul edildiği için kendi güçlerine göre üçüncü bir irade olarak dünya kamuoyu önünde var olma çalışmalarını sürdürmektedirler.
            1945 yılından 2000’li yıllara kadar soğuk savaş mücadelesinden tek kutuplu yeni bir savaş ortamında kendini bulan ABD, şartlara göre kurumlarını mevzilendirerek dünyayı yeniden dizayn etmeye başlamıştır. ABD’nin dünya hegemonyalığını yapması tarihi bir mirastan ziyade ekonomik güce paralel olarak endüstri anlamında son derece gelişmiş ve güçlü olmasıyla kaimdir. İmparatorluk kültürü olmadığı için bu faktörler şimdilik dünyanın dizayn edilebilmesinde yeterli görünebilir. ABD’nin yüksek lisans noktasında üstün zekâlı insan istihdam etmesi ve bu üstün zekâlı insanların hazırladığı binlerce projelerin kabul görmesiyle özellikle silah sanayinde dünyanın önünde seyretmesi emperyalist iştahını frenlenemeyen noktaya taşır. Uluslararası savaşların veya ilişkilerin görünmeyen boyutu olan istihbarat ve verilen istihbarat mücadeleleri esasında bu liderliğin alt yapısını oluşturur. Halen ABD’de 16 istihbarat servisi mevcuttur. Daha çok içe yönelik olan bu kurumların sayısı fazla olsa da dışa yönelik yani uluslararası olanları birkaç birim olup çok güçlü ve organizelidir. Dışa yönelik servis olan CIA en bilinenidir. Çalışma metodu ve kullandığı yapılar her ne kadar yasal kurum olsa da ABD’nin menfaati söz konusuysa her türlü illegali tenin meşruluğu çalışma metodu olarak işlerliğine devam eder.
       ABD ülkesinin dışında yaptığı her savaş kendini güçlendirdiği için bütün savaşları dışarıda yapar. Yumuşak güç denemeleri genellikle diplomatik yani istihbarat savaşlarıyla sıcak müdahale öncesi savaşlardır. CIA önce bu yönde ortam hazırlar. Şayet yumuşak güç vetiresinde muvaffak olunamayacağı ön görülürse sert güç denilen metazor metodlara veya usullere başvurur. Getirisi icabı ABD’nin hegemonyası sürecekse sert güç- yumuşak güç fark etmez. George Bush’un sert güç tercihi ile Barack Obama’nın yumuşak güç tercihi şartların getirmiş olduğu değerler manzumesine göre değişir. ABD’nin hegemon bir devlet olarak yeryüzü hâkimiyetini sağlarken her ne kadar imparatorluk geçmişe yani böyle bir kültüre sahip olmasa da yeni kıtaya ayak basan kurucu insan unsurunun Avrupa kökenli olması ön yargıların oluşması hususunda önemli bir faktördür. Mesela, hedef Kudüs olan birleşik Hıristiyan Avrupalının oluşturduğu onca haçlı savaşlarını yapan bu günkü Avrupa devletleri olmasına rağmen Obama dönemi ABD yetkilerinin Ortadoğu için kendi tarihlerinde olmadığı halde haçlı seferlerinden bahsetmesi Avrupalının kökenli bir altyapı etkisidir. Özellikle de halkının büyük çoğunluğu Protestan mezhebinden olması ABD’nin dünya jandarmalığı hegemonyası noktasındaki refleksinin rengini ortaya koyar. Bunun için de adil olamaz. Bütün istihbarat bilgileri de bu yönde olur. Adaletle hükmetmeyen gücün sonu yoktur. Bitaraf olan neticede bertaraf olur. Onun içindir ki hegoman devlet diğer güçleri yok kabul ederek Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul eder. Bu durum uygar bir devletin değil de aşiret yapısında olan toplumların davranış biçimidir.  ABD’nin dış politikadaki operasyonlarında öne sürdüğü gerekçe demokrasi savunuculuğu ve halk iradesinin inkişafı anlayışıdır.Son dönem daha bariz gözlemlere göre ileri sürülen bu gerekçelerin kandırmacadan ibaret olduğu görülür. Halkın iradesiyle seçilen ve sevilen yöneticiler ABD’nin müdahalesiyle bertaraf edilerek kendi emirlerine uyan emir eri yönetimleri iş başına getirdiği görülür ve bilinir. Hz. İsa’yı yeryüzüne indirmeye yönelik evanjelist anlayışın güya vermiş olduğu mücadelede moral değeri olarak kabulü gülünç olmaktadır. Güya Hz. İsa yeryüzüne inmeden önce demokratik olmayan devletlerde demokrasi ve insan hakları hassasiyeti kurulsun ve bu açıdan mahcubiyet üzere olmayalar.
            ABD’nin on altı istihbarat kurumunun sekizi Savunma Bakanlığına bağlıdır. Bunların içinde CIA çok önemli yer tutar. Savunma Bakanlığı aynı zamanda Pentagon demektir. Aynı amaçla bir arada olan her türlü yöntemi mubah gören ajanlar kaynağıdır. FBI ise diğer büyük istihbarat kurumudur. Adalet bakanlığına bağlıdır. İç güvenlik teşkilatlarını yönlendirir. Bölücü çalışmaların bastırılması için sadistçe metotları sonuç alıcı vaziyette uygular. Uyuşturucu ve mali konularda ABD sisteminin iç dinamiklerinin muhafazası için çalışır. Zamanla bazı lokal çalışmalarda CIA ile iş birliği yapar. Ama genelde bu servisler arasında kıskançlıktan ve hırstan kaynaklanan rekabetin yanında ayrı devletlerin servisleriymiş gibi durumlarla da karşılaşılabilir.
        ABD gelinen nokta itibariyle geliştirdikleri bilgisayar teknolojileri ve oluşturdukları mali istihbaratlarıyla bütün dünyadaki kurum kuruluş ve finans sektörlerindeki para hareketlerinden tutun da seçkin bazı teknisyenlerin özel çalışmalarını çok rahat takip ederek kendi çıkarı doğrultusunda idare eder. Dirençleri kırar ve gerekirse imha eder. Diğer kuvvetlerin mahrem bilgilerini vatandaşların kimlik sorgulamalarında dâhil olan bir teknolojiye sahiptir. İstihbaratı sayesinde önceden önlem alır ve duruma hakim olur. Buna elektronik istihbarat oluşumu denir. Bütün bunlara rağmen, bu kadar gücüne rağmen bir takım dünya olaylarını önceden öngöremez olduğu da bir gerçektir. Sert güç gösterdiği bir çok operasyonda paçayı zor kurtarır. Bir Vietnam, bir Afganistan, bir Irak ve şu an için hali hazırda bir Suriye söylenenlere örnek olarak verilebilir. Çünkü ABD buralarda yenilmiştir. Prestij kaybetmiştir. Yaklaşık 600 milyar dolarlık savunma bütçesiyle rezil olup zevahiri kurtarmaya çalışmıştır veya çalışmaktadır. Dış operasyonları içinde Suriye farkı kendini gösterir. ABD bugün Suriye de vekalet savaşı vermektedir. Bu usul İngiliz politikasıdır. Genetiklerinde olduğu için aynı metodu sürdürür. Düşmanı yenmekten emin değilsen böl parçala ve kendi adına yerel akılsızları savaştır. Bugünkü Suriye tam da böyledir. Asırlardır iç içe yaşamış, kültürleri aynı, inançları aynı, et ve kemik gibi olmuş insanları birbirine kırdırmak tam da İngiliz usulü savaş olup ABD tarafından bu coğrafyaya uygulanır.
    Son çeyrek asırda ABD’nin dengesini değiştirecek, uykularını kaçıran Uzakdoğu devleti Çin, bütün potansiyeli ile ‘Ben de varım’ demesi takip edilmektedir. Kuzey Kore üzerinde Çin ile olan mücadele ABD’yi ürkütmektedir. Önceleri ABD’de Rus ajanları bariz bir şekilde cirit atarken şimdi bu alanda Çin istihbaratı boy göstermektedir. Çin’in bu gücü karşısında ABD istihbaratı teyakkuzda olup teorisyenleri kafa yorar. ABD istihbaratına takılan yabancı ajanların büyük çoğunluğu Çinlidir. Küfürle sürdürülebilen düzenin zulümle devam ettirilmesi mümkün olmadığı için bu devler savaşında mutlaka sağduyu galip gelecektir. En azından tek kutuplu bir dünya da bildik işlerin böyle devam etmeyeceği, denge güçlerinin kendi kültür eksenindeki insani özü dışa vurmasıyla insanlık rahat eder. Yoksa emperyal karakter klasik olup değişmez. Başta ABD olmak üzere Rusya, Avrupa Birliği ve Çin şimdilik bu oyunun içinde olup oyun kuruculuğu veya kural koyuculuğu noktasında oynanan veya oynanacak oyunun en başak oyuncuları olarak görünüyorlar. Tarihte budur zaten, böyle güçlerin soğuk veya sıcak temaslarından oluşur.                                               
   Sonuç olarak denilebilir ki, dünya da tek kutuplu olarak hegemonyasını sürdürmeye çalışan güç ABD’dir. Gerek nükleer, gerekse konvensiyonel silah bakımında bu devletle mücadele şimdilik mümkün görünmez. Ancak kıpırdanmalar yok değil. Rusya ve Çin, karşı blokta olup, bu işin kolay olmayacağına dair önemli denge unsuru oluşturdukları görülür. İstihbarat savaşlarının aktif olması bu devletlerin oyun kurucu olmalarına işarettir. Bütün savaşlarını kendi toprakları dışında yapan ABD’nin en büyük zaafı veya başarısı burada görülür. Patlamaya hazır siyahi probleminin yanında bağımsızlık istekleri bastırılan eyaletlerin hareketlendirilmesi ABD muarızlarının çalışması gereken alanlardır. Ateşi kendi ülkesinde kabule zorlanmadığı müddetçe ABD, tek kutuplu güç olmaya devam edeceğe benzer.

8 Şubat 2019 Cuma

Kadir Mısırlıoğlu’nun Ayıbı - Orada dur Kadir Bey bu yol çıkmaz sokak


Kadir Mısırlıoğlu’nun Ayıbı
          
Sıddık DEMİR    
Eğitimci, Araştırmacı Yazar      
     
      Merhum Galip Kuşçuoğlu hakkında 2015 tarihli videosu sosyal medyaya intikal etmiştir. Bir dostumun uyarısı üzerine olaya vakıf oldum. Malum, kendisi kurucu liderimiz olan Atatürk’e karşı son derece rijit ifadeleri bulunan bir tarihçidir. İnsan boyunu aşan eserleri vardır. Uzun bir ömrü yakın tarihimizi inceleyerek geçirmiş olup kendi alanında markalaşmış bir kalemdir. Görüş ve düşünceleri kabul görür veya görmez; önemli olan çizmeyi aşmadan makul ölçüler içerisinde kalarak görüş sarf etmesidir. Fikir özgürlüğü veya ifade hürriyeti açısında en kötü tarz bile bu alanda yer bulmalıdır. Aykırı düşünce ve tavırlar çoğu zaman saklanılan gerçeğin berraklaşmasına katkı sağlar.
     Tarih sosyolojisi olmadan tarihçilik yapılır mı bunu uzmanlarına sormak lazım. Tenkit edilen bir kişi veya bir olay hakkında teferruatlı bilgiye ulaşmadan yapılan katı yargılama veya analiz altı boş olacağı için muhatabını sıkıntıya sokar. Kadir Mısırlıoğlu’nun iştigal ettiği alanla ilgili onu sorgulamak için en azından onun emeği kadar bu alana hâkim olmak gerekir. Bu konuda bende oluşan şu algı da onun eseri olduğu için beyan etmeden geçmek de olmaz. Tarihi yapıldığı dönemin sosyolojisini bilerek günümüze yansıtmanın daha insaflı ve amaca uygun çalışma hissiyatından hareketle incelenmelidir. 2015 tarihli, internet üzerinden servis edilen bu konuda âcizane olarak ilgi alanıma giren söylem veya konuşma metnine karşı diyeceğimiz vardır.
     Adı Kadir, soyadı Mısırlıoğlu olunca her konuyu herkesten daha iyi bildiği bir gerçek olmayacağına göre nasıl ki kendisi çok ağır ifadelere başvurarak düşüncelerini beyan ediyor; biz de Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi “Orada dur Kadir Bey bu yol çıkmaz sokak.” deme özgürlüğüne sahibiz. Malum araştırmacı bu zat, özellikle Cumhuriyet tarihimizi inceler. Bu konu onun uzmanlık alanıdır. Yıllar var ki eserleri okunur. Biz de kendisinden istifade etmişizdir. Özellikle resmi tarihe alternatif olan bilgi ve belgeler ışığında yeni bir tarih anlayışının gelişmesinde olumlu katkıları inkâr edilemez. Biz kendisine Profesör Yusuf Halaçoğlu
’nun dediği gibi “Satılık tarihi kalem” de demiyoruz.
         Son dönemlerde devletimizin kurucu lideri Atatürk hakkında aşırı ve zorlama yorumlarıyla gündem oluşturmuştur. Ülke insanımızın bir kesiminin kendisine ilgi ve iltifatı karşısında büyük bir kesimin tepkisiyle karşılaşmasında üslubunun da çok önemi olmuştur. Durduğu yeri savunmak için önüne gelen her malzemeyi araştırmadan veya sosyolojisini yapmadan kullanmada pek mahir olduğunu bahsettiğimiz tarihte sosyal medyaya düşen konuşmasından anlıyoruz. Kadir Beye göre; Atatürk hakkında olumlu tavır ortaya koyan kalem erbabı veya kanaat önderlerinin kendi fikriyatına zarar verdiği endişesinden hareketle onların önlerini kesmek, yıpratmak ve hatta daha ileri giderek hakaret etmeyi uğraş alanına sadakat olarak görme hastalığı anlaşılır gibi değil.
        Kadir-i Rufai Şeyhi Merhum Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu Hazretlerini iyi tanıyan ender insanlardan biri sayılırım. Kendisi yakın zamanda ebediyete intikal etmiş bir gönül adamı veya kanaat önderidir. Hakkında kalem oynatmış biri olarak eserlerini defalarca taramışımdır. Galip Efendinin basılmış altı adet kitabı vardır. Hiçbir yerde Atatürk’ün “MEHDİ” olduğundan bahsedilmez. Bahsedildiği gibi altı Tarikatı birleştirmişte değil. Bu konudaki ithamlar külliyen yanlıştır.
       Mısırlıoğlu bahsi olan konuşmasında yaklaşık olarak diyor ki “ Bu zatın kitaplarını taradım. Kendisini çocukken Samsun’a gelen Atatürk başını okşayarak sevmiş. Bunun etkisinden olacak, onu Mehdi ilan ediyor, hatta altı Tarikatı şahsında birleştirerek tek Tarikat yapmış. Birleştirmiş olduğu bu altı Tarikatı da ortadan kaldıracağını söylemektedir.” Devamında zındık, gâvur, melun gibi kelimeleri kullanarak galiz küfürler sarf ediyor. Bir kalem erbabına, bir münevver insana yakışmayan bu sözleri sarf edene terbiyesiz adam denmez mi?. Hicap duymanın yanında insan neslinin sapkın bir hastasına karşı “Edep Yahu” demekten kendimizi alamıyoruz. Velakin özellikle de şahsının alanıyla ilgili olmayan bir konuda sırf Atatürk’ü seviyor diye rahmetli olmuş bir Tarikat önderinin aleyhinde acımasızca ifadelerde bulunmasına kayıtsız kalınmaz. Adama demezler mi “Be adam taradığın eserlerin neresinde Atatürk’e Mehdi dediği yazılıdır. Altı Tarikatı birleştirerek tek Tarikat oluşturduğu ifadesi nerede yazıyor. Tarihi konularda da yaptığın araştırmalar böyle ise yazık senden istifade eden kesime. Tasavvufi haller konusunda ilmin nedir bilinmez ama kullandığın ifadeler bu konuda nadanlığını ortaya koymaktadır.
          Tasavvufa karşı olabilirsin, Atatürk’e ve onun gibi bazı tarihi şahsiyetlere karşı olabilirsin. Bu insanların aleyhinde de inancımıza uygun bulunabilirsin. Bu duruş senin ve bütün kalem erbabı olanlar için haktır, hukuktur. Velakin zındık, gâvur veya melun kelimelerini hiç de hak etmeyen bir kanaat önderi hakkında kullanamazsın. Ben kullanırım diyorsan bu durumda seni gâvur, melun, zındık ruh hastası veya sadist ilan edilmekten kim kurtarır.
         Bütün insanlığın sıhhat ve selameti için bir ömür harcayan ve bütün mücadelesi bu mihver üzerine olan bir gönül adamına, bir gönül ve aşk insanına karşı bu sözleri sarf etmen senin ilmine ve manevi hayatına ne kazandırır. Siz bu ruh haliyle mi tarih ummanına daldınız. Sizde hiç insaf, sizde hiç idrak, hiç hoşgörü ve esneklik yok mu?  Uzmanlık alanınızla ilgili kelam etmek bize yakışmaz. Sizin de uzmanlık alanınız olmayan bu alana girerek bir Allah dostuna karşı açıkça sövmeyi nasıl kendinize yakıştırıyorsunuz.?
          Her Türk aydını devletimizin kurucu liderini sever. Onu farklı açılarda değerlendirir, bu onların zenginliğidir. Galip Efendi merhumu da Atatürk’e bildik Tarikat liderlerinin ekserisi gibi bakmaz. Bu alanda tek de değil. Mesela Çorumlu Şeyh Hamza, İskilipli İbrahim Ethem gibi… Kurucu önderin uygulamalarına yekpare bakarlar. Şayet Şeyh Galip Efendi Atatürk’e sıcak bakan birisi olarak bu tarihi görevden imtina etmiş olsaydı siz de  aynı kanaat oluşur muydu? Sizinki sokak takımının basit partizanlığı gibi bir şey oluyor. Senin görüşünde değilse, senin sevmediklerini seviyorsa tu kaka ilan etmek kolay iş.
        Galip Efendi merhumunu seven binlerce insanı gönülden yaralayarak kul hakkına girmeni hangi imanla izah edersin? Tövbe istiğfar etmek erdemliliktir. Bir şartla; aynı sosyal medyada yayınlanması lüzumu halinde. Kadir Mısırlıoğlu’nun tahammülünü zorlayan Galip efendinin şu sözüdür; “Allah’ın istisnai yaratılmış seçkin kulları Emr-i İlahi’nin bekçileridir. Onların bazıları irşada, bazıları ikaza, bazıları da ıslaha vazifelidir. Atatürk ıslahla vazifeliydi,, ben şahidim”. Biline..
    

    

30 Ocak 2019 Çarşamba

İRAN PEHLEVİ HANEDANLIĞI VE İSLAM CUMHURİYETİ - "Sıddık DEMİR", Araştırmacı - Yazar


İRAN PEHLEVİ HANEDANLIĞI VE İSLAM CUMHURİYETİ

(Geçmişten Bugüne İran)
Sıddık DEMİR 


Yaklaşık yüz elli yıldır hüküm süren İran Kaçar Hanedanı  Kaçar Şahının kurduğu ve başına Rıza Hanı geçirdiği “Kazak Tugayı” tarafında darbe yapılarak son bulur. 1921 den itibaren Rıza Han devleti yönetir. 1925 de Şah unvanıyla ve takip eden yıllar da taç giyerek iktidarını garanti altına alır. Kendi kültürlerinden kaynaklanan “Pehlevi” unvanını da isminin sonuna ekleyerek Rıza Şah Pehlevi hanedanı resmen başlamış olur. Pehleviler dönemi olarak bilinen tarihi süreç baba Şah Rıza ve oğlu Muhammet Rıza Şah’la kaimdir. Yalnız oğul Muhammet Rıza Şah iktidarını tamamlayamadan 1979 da Ayetullah Humeyni’nin başını çektiği bir halk ayaklanmasıyla ülkeden kaçmak mecburiyetinde kalır.
 İran da kısa süreli iktidar değişikliğinin en önemli ve baş faktörü yer altı zenginliklerine sahip olmasıdır. Dünya enerji politikalarının her türlü alan bulduğu bir coğrafyasına karşı bir darbeyle iktidar olan Rıza Han’ın iktidar oluşunun temel etkeni bu zenginliktir. Yeni hanedanla kendi menfaatlerini kollayan emperyal devletler leşe konmuş akbaba gibi bütün siyasi entrikalarla birini getirmekte ve  birini götürmektedir. İran’ın çok zengin petrol yataklarına hayati ihtiyaçları olan devletler (Kuzeyde Sovyetler, İngiltere, Fransa ve ABD) İran’ın zenginliklerinden pay almak için kıyasıya yarışırlar. Kaçar Hanedanına karşı ihtilal yapan Rıza Han da İngilizler tarafından desteklenir. Ne yazık ki 20. yy’ın  rol model medeniyeti batı medeniyeti olduğu için yeni  çağda İran, Türkiye ve benzeri İslam devletleri yönünü buraya çevirmişlerdir. İran’da kendi halkı için batı medeniyeti ve onun kurumlarını ülkelerinde tesisi etme noktasında çok gayretlidir. Kendi inançları olan Şiilik ekseni etrafında bir ulus olarak kalmak isteyen kesime rağmen esen rüzgâra karşı durulamaz. Hâlbuki batı medeniyeti temsilcileri olan devletlerde İran’ın zenginlikleri üzerinde oturmak için birbirleriyle amansız mücadele içinde görünürler.

İran’da Rıza Şahla devam eden monarşi yönetim anlayışı 1979 İslam Cumhuriyeti kurulana kadar devam eder. Modernleşme bahanesiyle batılılaşma eğilimine geleneksel kültüre rağmen devam eden Şah Rıza Pehlevi, İran’a ve milli değerlere bağlı milliyetçi bir tarzı iktidarı boyunca hep kollar. Demokratik kurumlar ve yürütmede ciddi kadroların olmaması, İran’ı bir aşiret devleti gibi yönetir. Kendisinden önceki hanedan olan Kaçarlar’ın önemli bir değişiklik olarak kurdurttuğu ve kendisini de başına geçirdiği “Kazak Tugayı” kullanılarak darbe yapmıştı. 2500 kişiden oluşan Kazak tugayı başarılısına bir de dış destek İngilizler. Bu tugay ülkenin en modern ve etkili askeri birliğiydi.
 Rıza Han henüz iktidar olmadan önce 1. Dünya savaşı sırasında ülkenin bölünmesi yönündeki birçok ayrılıkçı hareketlerin bastırılmasında faal olarak bulunmuş ve başarılı olmuş bir askeri sicile de sahipti. Batılılaşma dönemi hız kazandığı Kaçar hanedanlığından başlayarak devam eden bir süreçtir. Devlet kurumlarının ve özellikle mali yapının oluşması için yabancı teknik elemanlar bile kullanırlar.  Şah Rıza döneminde İran milliyetçi bir tavırla devleti modernleştirme yönünde birçok reformlara imza attı. Kendini iktidar yapan İngilizlerin aşırı isteklerini frenledi. Üretilen petrol gelirleri üzerindeki yetersizliği bahane ederek geliri artırıcı yönde anlaşmalarla İran’ı rahatlatır. Komşularıyla anlaşarak var olan problemlerin çözümü yönünde gayret etmiştir. Eğitim ve diğer alanda okullaşmada başarılı olunur. Farsçayı resmi dil yaparak ilk defa devletinin adını İran olarak tescilledi. Önceki dönemlerde “persiya” olarak bilinen adı yasaklandı.
Avrupa vari bir hayat anlayışını uygulamak istediği için halk içinde özelliklede ulema tarafında ciddi homurdanmalarla Rıza Şah kısa sürede yıprandı. 2. Dünya savaşında işin tuzu biberi oldu. Siyasi cinayetler, başkaldırı kıpırdanmalar sonrasında kendini gösterdi. Almanya,  Sovyetleri 1941 de işgal ettikten sonra İngiltere ve Sovyetler Rıza Şahtan Alman teknisyenleri ülkesinden çıkarmasını isterler. İngilizlerden de aynı talep gelince İran’ın işgali olur. İngiltere ile Sovyetler oğul Rıza Şahı başa geçirir. Savaş sonrası bu iki gücün yanına ABD de katıldı. Kuzeyde de Sovyetler Azerbaycan’ı işgal ederek Tehriz’e kadar girer. Zamanla babasının açtığı yolda reformist hareketlere giren oğul Şah ilk fırsatta Petrolü millileştirdi. Bu durum ilgili devletleri çok rahatsız eder. Bir ara sokak gösterilerinden korkarak yurt dışına kaçan Şah, 1953 yılında tekrar gelerek yeni uygulamalarına devam eder. 1963 yılında yine büyük birleşim çıkar. Modernleşmiş ordu sayesinde bu krizi de atlatan Şah ABD ve İsrail’in yardımıyla Ulemadaki muhalif yapılara karşı önlem alır. Bu anlaşma ile Ayetullah Humeyni’yi Türkiye’ye sürgün eder. Humeyni bir müddet sonra Irak’a geçer. Oradan da Fransa’ya. 1979 yılına kadar kaldığı Fransa’da Şaha karşı halk harekâtı lideri olarak bir gece Tahran’a iner. Halk hareketi karşısında kanlı tedbirler dahi çare olamadığı için Şah Rıza ülkeyi terk eder.
Sene 1979 ve Humeyni liderliğinde yeni bir devlet kurulur. Adı İran İslam Cumhuriyeti. Lideri uzun dönem sürgün hayatı yaşamış Ayetullah Humeyni’dir. Bundan böyle mollaların hâkim olduğu bir iktidar mücadelesi yaşanacaktır.  Çünkü yeni bir devrim ve her devrimin kendi uygulaması söz konusu. Adından da belli olduğu gibi İslam Cumhuriyeti hemen her alanda bu devlet yapısı kendi karakterini uygular. Mollalar imtiyazlı sınıfı oluşturur. İlk İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanı seçimle seçilir. Ama bir yıl dayanmaz. Tekrar anarşik olaylar ve gayri memnunlar derken Irak-İran savaşı başlar. Irak-İran’a saldırır. Savaş sekiz yıl sürür. Bu zaman zarfında İran kendi içinde kenetlenir ve devrim güçlenir. İran  Şii merkezli bir devrim anlayışını radikal seviyede uygulamada başarılı olur. Şia inancında ki Ayetullahların yanılmazlık anlayışı devrimlerin gerçekleşmesine sebep olur. Velayeti fakih inancı bir Ayetullah ölünce diğerinin geçmesinin gerekliliği Cumhuriyetin yaşamasını sağlar. Humeyni 1989 da hakka yürüdüğü vakit “Velayeti fakih” müessesi işletilerek dini lider seçilmiştir. Ayetullah Humeyni’yle başlayan batı karşıtlığı İran’ı modern dünya da uzaklaştırdı. Çünkü o Batı İran’ı devrimden sonra sömüremiyordu.
 İran İslam Cumhuriyeti kendi sistemlerinin yerleşmesi için devrim ihraç kararıyla emperyal devletleri daha çok kızdırır. Özellikle ABD’nin koruma altına aldığı İsrail’e karşı İran’ın hamleleri onu çileden çıkarır. Halen günümüze kadar intikal eden bu istenmeyen tablo civardaki bütün ülkeleri endişelendirir. İran’ın devrim ihracının göstergesi Hizbullah örgütünün ön Asya’da ki bütün İslam devletlerinde varlığıyla görülür. Hedef İsrail olduğu için ABD en şedit yaptırımlardan kaçmaz.


10 Ocak 2019 Perşembe

AVRUPA BİRLİĞİNİN BÖLGE POLİTİKALARI - Eğitimci Yazar Sıddık DEMİR

AVRUPA BİRLİĞİNİN BÖLGE POLİTİKALARI
                                                                                                                              
 Sıddık DEMİR   
    
      Avrupa birliğini oluşturan devletlerin en önemli politik alanlarından birini bölge politikaları oluşturur. Bunun sebebi birliğe üye devletlerin kendi içinde gelişmişlik ölçeğinin farklılık arz etmesidir. Gerek coğrafi, gerekse siyasi anlamda alt gelişmişlik veya entegrasyon durumuna göre bölge politikası şekillenir. Nihai hedef; sıkıntısız bir üst birlik olmaya çalışan Avrupa birliği ulusçuluktan oluşan problemleri çözmeye çalışır. Mümkün olduğu kadar problemleri aza indirmek, gerek bölgeler arası gerekse ulusal farklılık anlamında önemlidir. Ulusların yönetim şekilleri, kendi iç dengeleri, iktisadi kalkınmışlık farkı ister istemez bölge politikalarının ciddiyetini ortaya koyuyor.
       Özellikle ulusların etnik, kültürel ve inanç bazında olan farklılıklarından doğan bölge politikaları zaruri halde kendini gösterir. Avrupa birliğine göre iki tür devlet şekli vardır. Birincisi üniter devlet, ikincisi federe devlet. Kuruluşundan itibaren ilgi veya eğilim gören anlayış federe devlet olup, bazı üyelerindeki üniter yapı çifte standartları da beraberinde getirmiş görünüyor. Bölge ve bölgeleşme terimlerinin içini doldurmak için geniş katılımlı toplantılar yapılır. Kararlar alınır. Bölgeleşmenin tehlikesi karşısında daha da güçlenileceği ifade edilir. Birlik içinde bölgeciliği mikro ulusalcılık olarak değerlendiren görüşlerde var. Bölgeciliği ayrıştırıcı bulan görüşlerde kendini gösterir. İspanya’nın Katalonya, kuzey İrlanda’nın Bask bölgesi başta olmak üzere ayrılılıkcı bölgeciliğe örnek verilebilir. Veya ulus devlet olan üyelerin kendi içinde burjuva veya taşralı sınıfların oluşturduğu bölgecilik kötü olanıdır denilmektedir.
       Olumlu bölgecilik ulus devletlerin bütünlüğüne zarar verilmediği ölçüde kabul görür. Bugünkü federe devlet Almanya’da bölgeleşme görülür. Ama ülke geleceği için zararlı olmadığı için makbul sayılır. Çünkü orda birbirinden farklı zenginlikte eyaletlerin olması kanıksanmış olup iyi bir örnektir. Farklılık gösteren bu bölgeler genellikle yerinde yönetilirler. Yerel yönetimlerin aşırı güçlenmesi gerek etnik kimlik, gerekse mali veya diğer siyasi potansiyel açısından ayrıştırıcı olabilir. İşte ispanya Katalonya bölgesi, ayrıştırıcı çalışmalarla ayrı bir devlet olarak ortaya çıkma devrelerinden geçti. Avrupa Birliği, üniter devlet olan İspanyayı destekler. Katalonya’nın devlet olmasına geçit vermemiştir. Üst Birlik kararı bu anlamda anti demokrattır. Oysa aynı Avrupa birliği söz konusu Türkiye olunca bölücü talepleri destekler. Türkiye’nin üniter devlet yapısını bozmaya çalışırda ispanya’ya karşı zıt tutum sergiler. Bu bir çifte standart olarak kendini gösterir.
      Bugünkü Avrupa Birliği, üye devletlerinde görünen özerklik eğilimlerinin ayrıcalığa dönüşmesine tahammül göstermez. Fransa’daki karışıklar veya İngiltere’nin İrlanda sorunu görülmez. Bazı anlaşmazlıkların temelindeki dinsel ayrılıklar yeni bir şey değil, otuz yıl savaşlarının bıraktığı mirastır. Bu miras gereği devlet sistemleri oluşmuş olup genelde federaldir. Yani yerinde yönetim. Mesela; Belçika, Almanya, Avusturya, İsviçre federal devletlerdir. Çünkü bu devletlerde siyasal bölgecilik eğilimleri hâkimdir. Ülkemizde bölgecilik olmaması için ispanya gibi üniter devlet sistemi benimsenmiş. Federal sistem, yani yerinde yönetimleri güçlendirici bir uygulamada ayrıcılık güç kazanır.
      Avrupa’yı bütünleştirme çabaları bölge politikalarını gündemde tutmaktadır. Bu politikaları yeniden gündemde tutmanın esas nedenleri şunlar olarak gözükmektedir. Bu politikaların gelişmesi yer veya mekânlardan soyutlanamaz. Üye devletlerin iç bünyelerindeki geri kalmışlığa coğrafi nedenlerin etkisi büyüktür. Olabileceği kadar mekân etkisinin izale edilmesi gayreti bu politikaları oluşturur. Tıpkı bunun gibi iç bünyede yer ve mekândan kaynaklı farklılıklar olduğu gibi üye ülkeler arasın da buna benzer ciddi farklılıklar vardır. Bölge politikaların oluşması bu farklılıklara neşter vurmak içindir. Yine üye devletlerin kendi içinde veya aralarında oluşan mikro ulusçuluk anlayışının gelişimi, üst birlik açısında kontrol altına alınan politikalarını geliştirme çabası, bu devletlerin kendi dinamiklerini göz ardı etmeden bir izolasyona varma politikaları, üst birlik politikalarının hareket noktası olmaktadır. Üye devletlerin kendi içinde farklı kültür, siyasi ve sosyal yapıdan kaynaklanan farklılıkları mutlaka vardır. Belçika, Almanya, Avusturya, İspanya, İtalya ve hatta İngiltere’de olduğu gibi bölgeler homojen bir yapıda değildir. Üye devletler iç bünyelerinde pansuman tedbirler almışlar. Bunun için Kantonlar, Eyaletler veya özerk yönetimler oluşturmuşlardır. İsviçre’de Kanton, Almanya’da Eyalet, İspanya’da özerklik örnek teşkil eder.
       Üye devletlerin içyapılarındaki bölgesel farklılıklar bölgesel idari sistemleri oluşturur. Talep doğrultusunda kurulan özerk yönetimler, onların küçük idare heyetleri, kendi iç yapılarında bağımsız  dışta merkezi federe hükümetine bağlılıkla bu sıkıntıları aşma çalışmaları kendini gösterir. Üst birliği oluşturan üye devletlerin en belirgin çabası, iç yapılarının hemen her alanda homojenlik arz etmesi için verilen mücadeledir. Bunun için birçok komisyonlar kurulmuştur. İşin maddi yönü bu komisyonlar tarafından amaca uygunluğu gözetlenir. Üst üye devletler nezdinde iç bölgeler politikasının uygulanabilirliği takip edilir. Bunun içindir ki üye devletlerden oluşan bağımsız komisyonlar bu işlerin denetimini yapar. Üst birlikçe oluşturulan mali fonların belgeler arası farklılığın giderilmesine katkısı takip edilir. Üye devletin kendi inisiyatifine bırakılmaz. Çünkü az gelişmiş bölgeleri yukarı çekerek gelişmiş bölgelerle açığın kapatılması hedeflenmektedir. Bu işin takibi de elbette üst birlik tarafından oluşturulan ve bağımsızlığı şiar edinmiş komisyonlarca olur.
      Ekonomik ve toplumsal gelişmenin sağlanması hayat ve çalışma şartlarının tezahür eden beklentilerin elbette bir yaptırım gücü olmalıdır. Üst birliğin oluşturduğu mali portre ve oluşturulan birçok komisyona aktarılan fonlar hedeflenen amaca yaklaşma açısında önemli bir kriterdir. Yoksa problemlerin kuru kuruya dile getirilmesi yaptırım ve denetim gücü yoksa kâğıt metinlerde kalır. Üst birliğin bölgeler politikasının amacı ulus devletlerdeki bölücü veya yıkıcı cereyanları teşvik ederek bir anarşi ortamı oluşturmak değil bilakis farklılıkların kendi dünyalarında huzurlu ve özgün yaşama, daha refah ve yüzü gülen insanların yurttaşlık bilinciyle hayat atmosferi oluşturmaktır. İşin ayrıcalık çizgisine taşmaması için emek vermektir. Bütün bu çabalara karşı özerklik anlayışını, ayrı devlete götürmesine şiddetle karşı çıkar. İspanyanın Katolonya bölgesinin devletleşme süreci kabul görmediği gibi.
        
     Maastrich’le başlaşan Amsterdam, Nice ve Lizbon antlaşmaları, esas itibariyle aynı konuları ele alır. Bu antlaşmaların son şekli olan Lizbon sözleşmesi en olgun olanıdır. Anlaşmadaki imza altına alınan maddelerin ya tekrarı veya küçük değişikliklerle yeni bir durummuş gibi imza altına alınmıştır. Ana tema olarak üye devletlerin ilk kademe olarak iç bünyelerine yönelik bölgesel politikaların uygulanabilirliği ve takibi bunun mali boyutu ve oluşturulan bağımsız komisyonlar kanalıyla farklılıkları gidermeye yönelik çalışmalar. İkinci belirgin çaba ise yine bölge politikaları açısında üye devletlerin birbirleri arasındaki farkların giderilmesi hususu. Öyle ya üyelerden bazılarının aşırı zenginliklerinin  (Almanya ve Fransa) yeni üye Çek, Bulgaristan veya Romanya ila bir tutulması. İşte üst birik politikasının ikinci olarak Avrupa birliği bölge politikası olarak bu durum üzerinde durulur.
     Üye devletlerin kendi aralarındaki siyasi ekonomik veya gelişmişlik farkı, Avrupa Birliği Tek Senedinin Avrupa topluluğunun temel hedefi olan ekonomik bütünleşme isteği yanı sıra toplumsal açıdan da güçlendirilmesi, farklılıkların giderilerek İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkelerle öteki az gelişmiş bölgelerin uyum zorluklarını gidermek amacıyla uyum politikaları geliştirdiği bilinir. Ortak para, zengin üyelerin fonlara aktardıkları, maddi potansiyelin fakir ülkelere aktarımı ile bölgeler politikasına hizmet bir Yunanistan olayında kendini göstermiştir. Ekonomik kriterlerinin sarsıldığı bu ülkeye Üst Birliğin sözcüsü durumunda olan Almanya’nın yardımı son dönem yaşandığı için iyi bir örnektir. Üst Birliğin hedefleri doğrultusunda mevcut aksaklıkların giderilmesi için kendi aralarında bir çok ülkede toplanarak bildiri yayınlarlar. Bu bildirilerin ufuk açıcılığı yanında yaptırım gücü yoktur. Esas olan bu süreçte önem verilen dört antlaşmanın içeriğidir. Bu antlaşmalarla federe devlet prensipleri üstü kapalı yapılanma arz eder. Yani yerinde yönetim bölge politikalarının esas amacı da yerinde yönetimlerin geliştirilmesi.
     Yerinde yönetimin bir aşaması yerel özerkliktir. Sınırlar zorlanırsa bağımsız devlet olmaktır. Bu aşamaya izin verilmediği için yerinde yönetimlerin ulus devlet içinde varlığını demokratik umdelere  uygunluğu açısında destekler. Çünkü yerinde yönetimlerin özerklik şartının temel inancı bu yönetimlerin demokrasinin temel taşları olduğu fikrine dayanır. Avrupa Birliği aşamasında kırmızıçizgi diye bilinen yönetim tarzı böyledir. Bölge yurttaşları yönetime nasıl katkı sağlamak isterse kendi usulüne göre bunu yapması demokratik duruşa uygun olması açısında ideal olandır. Yerel yönetimde kendi içinde seçme, seçilme, parlamento ve başkandan oluşan demokratik müesseselere sahip olmanın yanında bölge hassasiyetine uygun yaşam alanları oluştururlar. Merkezi hükümete onaylattırmak kaydıyla oluşturulan bölgeler komitesi kanalıyla yerel yönetimler denetlenir. Aranılan yerellik, yurttaşlık ortaklık ilkelerine riayet edilmesi gözetlenir.
         Avrupa Birliği bütünleşme çabaları yalnız üye ülkeler değil üyeliğe aday ülkeler açısından da önem taşımaktadır. Onun içindir ki üst birliğin oluşturduğu mali portreden yalnız üye ülkeler değil aday ülkelerde faydalanır. Orta ve doğu Avrupa ülkelerini üyeliğe hazırlamak için maddi destekleri uygun bulan politikaları vardır. Bulgaristan, Türkiye ve Makedonya gibi.
   Türkiye’nin yönetim yapısı merkezi ve yereldir. Yerel yapılar merkezi odaktan yönlendirilirler. Devlet üniter olduğu için federe bir yapının kademeleri veya karakteri görünmez. AB müktesebatı doğrultusunda atılan adımların bazıları konusunda Türkiye çok zorlanmaktadır. Çünkü bölgeler arası gelişmişlik farkı AB devletlerine göre daha büyük olup açığın kısa sürede kapatılması zordur. 1961 ve 1982 anayasalarına göre merkezi ve yerinde yönetim denilen devlet yapısı değişmemişse de bölge politikaları gereği ciddi adımların atıldığı da görülür. Anayasal anlamında coğrafi ve nüfus anlamında veya kalkınmışlık anlamında bölgeler arası ciddi farklılık olduğu malum. Bu farklılığın giderilmesi çalışmaları AB’nin sıkıştırmasından ziyade doğal ilgi alanı olduğu için Türkiye canına minnet anlayışıyla yaklaşır.
        Problem federe devlet yapısının bir şekilde dayatma anlayışından kaynaklanmasıdır. Yerinde yönetim federe devlete yol açabilme korkusu veya yerel özerklik anlayışının talebi hassasiyet oluşturur. Türkiye AB müktesebatı doğrultusunda birçok toplantılara katılarak alınan kararlara imza atmıştır. Çekincelerine rağmen siyasi taleplere prim vermiş ve halende vermektedir. Lakin bölünme korkusu veya ayrılıkçılık karşısında İspanya’nın Katolanya bölgesindeki gibi aynı muamele ile karşılaşacağına emin olmadığı için işi ağırdan almaktadır. Yerel özerklik talebi hariç diğer alanlarda Avrupa birliği uyum süreci, farkın giderilmesi anlamında çok işe yaramıştır. Belediyelerin görev ve yetkileri güçlenmiş, büyükşehir belediye yapılanması artmış, genel müdürlüğü merkeze bağlı birtakım kurumlar fes edilerek imkânları belediyelere aktarılmış. Yerel yönetimlerin bu anlamda araç-gereç ve mali durumları güçlendirilmiş. Mesela köy hizmetleri genel müdürlüğü fes edilerek imkânları yerel yönetimlere aktarılmıştır. Devlet planlama teşkilatı adı altında yıllardır hizmet veren bir kuruluş kalkınma bakanlığı adı altında yeniden yapılandırılmış olup, yerel yönetimlerin gelişmesi ve bölgeler arası farklılığın azaltılması yönünde irade güçlendirilmiştir. Nüfusu 750 binin üzerindeki otuz il büyük şehre dönüştürülerek yerinde yönetim güçlendirilmiştir. Kırsal kesimin gelişmesi için başta Köydeş olmak üzere bir takım projeler uygulama alanı bulmuştur. AB fonlarıyla desteklenen projeler yerel yönetimlere kullandırılmış olup, halen proje karşılığında bu alanın genişletildiği görülür.
         Dünyada bölgeler arası dengesizliğin olmadığı hiçbir ülke yoktur. Gelişmiş ülkelerde de bu sıkıntı devam eder. Ancak derece farkı vardır. Gelişmekte olan Türkiye’nin bölgeler arası dengesizliği bariz bir açıklıkta devam ediyor. Yasalar oluşturuluyor ama uygulamada sıkıntı doğunca çalışma alanı daralıyor. Bölgeler arası dengesizlikten bahsederken nüfus, ekonomi, toplumsal ve coğrafi olmak üzere dört temel kavramdan yer alan göstergelerden hareketle gelişmişlik farkına el atılmaktadır. Coğrafi olarak yedi bölgeye ayrılan Türkiye’nin her bölgenin kendi içinde olduğu gibi bölgeler arası farklılığı da dikkate alınarak bir takım projeler uygulanmaktadır. Bir güneydoğu Anadolu projesi olan GAP yılların projesiydi. Bölge insanının sıkıntılarına çözüm olma ve farklılığın azaltılmasına büyük katkı sağlar. Bir Doğu Karadeniz Kalkınma Projesi ve bir Konya Ovası kalkınma projesi bu amaçla gündemde olup aynı hedefleri gözleyen çalışmalardır. AB müktesebatı bu projelerin hızlanmasına katkı sağlamıştır. Türkiye’nin en gelişmiş bölgesi Marmara olup Ege Bölgesi onu takip etmektedir. İç batı Anadolu daha sora gelir. Geri kalmış bölgelerin başında Doğu ve Güneydoğuya ilaveten Doğu Karadeniz ve İç Anadolu’nun doğu tarafıdır. Kamu yatırımlarının az gelişmiş bölgelere kaydırılması gibi kalkınmada konsepti 2000 yıllardan sonra daha da farklılaşarak kendini göstermektedir.
       Türkiye beş yıllık kalkınma planlarıyla bu farklılıklarının azaltılması için kafa yorar. 1963 yılında başlayarak devam eden 10 adet beş yıllık kalkınma planlarıyla çok büyük ilerleme kaydetmiştir. Her biri için süre beş yıl olan 10 devlet kalkınma planı süresince bölgeler arası dengesizliği gidermek için gayret eder. AB denetim makamları her kalkınma planıyla beraber alan araştırmasıyla ilgili yayınladıkları raporlar ortadadır. Bu raporlara göre zafiyetlerin yanında diğer noksanlıkların belirtildiği görülür. Temel amaç ulusal kaynakların en yüksek toplumsal ve ekonomik yararı sağlayacak şekilde geliştirilmesi ve bölgeler arası dengesizliklerin en aza yani minimize edilmesi olduğu gerçeğidir. Bunun içindir ki en son onuncu kalkınma planı uygulanmaktadır.
      AB bu açıdan üyeliğe aday devletlerle ilgili takip politikası gereği sürekli ilerleme raporuyla ilgili mercileri bilgilendirir. Türkiye AB tam üye olma noktasında diğer üye devletlerle aynı kategoride olmaması iki taraflı kaygıların olmasına sebep olmaktadır. Henüz yeni müracaat etmiş bazı AB devletleri müracaat süresi çok yeni olmasına ve bir takım kriterler bakımında Türkiye’den çok geride olmalarına rağmen tam üyeliği hak etmişlerdir. Ancak yaklaşık altmış yıldır üye olmak için az çok mücadele eden, bu anlamda çoktan hak ettiği halde bir türlü üye olamayan Türkiye için oyalama taktiği devam etmektedir. Hakkı olduğu halde haksızlığa uğradığı aşikâr olan bu durum ancak siyaseten yorumlanabilir.
       AB devletlerinin tamamı aynı inançta olan topluluklardır. Tek farklılık arz eden Türkiye, bu faktörden kaynaklanan zorlamalarla karşılaşıyor inancı yabana atılamaz. Gerek kültürel farkı gerekse tarihi temaslar ve coğrafi konumu veya nüfusunun büyüklüğü AB’yi çok düşündürür de sürekli oyalama taktiği bundandır denilebilir. Türkiye bu konuda samimidir. Tam üyelik niyetini batı ile bütünleşme kararlılığını, tam üye olmadan gümrük birliğine girmiş ve bu fiillerin esası olan Ankara anlaşmasını imzalayarak açıkça bunu beyan etmiştir.  Buna rağmen Üyelik süreci çok ağır bir tempoyla devam etmektedir. Müzakere fasıllarının açılmasında yavaş davranılması hatta tam üyelik yerine ayrıcalıklı üye veya stratejik üye gibi yeni bir takım deyimler üretilerek samimiyetsizlik göstergesi devam etmektedir. Türkiye samimi olup AB de de bu samimiyet doğrultusunda karşılık beklemesi hakkıdır denebilir.

23 Aralık 2018 Pazar

TRUMP VE ABD DIŞ POLİTİKASI - Eğitimci Yazar Sıddık DEMİR - ULUSLARARASI İLİŞKİLER,

TRUMP VE ABD DIŞ POLİTİKASI

                
  Sıddık Demir   
   
      Özellikle 2. Dünya Savaşı sonunda dünya liderliğini perçinleştiren ABD süper bir güç olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu süper gücü dengelemek isteyen başka güçlerin varlığı ABD hegemonyasının yumuşak güç -  sert güç şeklinde tavırlarının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
               
      ABD’de klasik bir devlet yapılanması vardır. 
Kendi menfaatleri neyi gerektiriyorsa her halükarda onun gereklerini yerine getirirler. Yöneticilerin rolü öncelikle uygulamak istedikleri plan ve projelerle kamuoyu oluşturup ve uyguladıkları bu plan ve projelerle gündemde kalmaktır. Kendilerine biçilen süre içerisinde icraatta bulunurlar.
                
         ABD’nin şu an ki Başkanı Trump’un özellikle dış politikada oluşturduğu intibaa bakılacak olursa Devlet denilen aygıtın ne olduğu görülür. Elinde pimi çekilmeye hazır bir bomba olan yaramaz bir çocuk tablosu gibi bir Devlet kendini göstermektedir.
                
        Kendi devletinin gücünü ve kudretini Devlet adabı bilmeyen bir Başkan olgusuyla yansıtması her şeyden önce yönetici durumundaki liderin ruhsal anlamda hastalığına değilse cehaletine işarettir. Veya tüccar bir mantıkla devletin çalışma biçimine yön verilmeye çalışılması bu hegoman devleti uluslararası arenada küçük düşürmektedir. Yetkili makamlar sürekli Başkanlarının ardını kollamaktadırlar. Böyle sözüne güvenilmeyen bir lider bugün itibariyle ABD’de görünmektedir. Uluslar arası anlaşmalara veya teamüllere tek taraflı şerh koyarak devlet ciddiyetsizliği rolü oynayan bir lider bu haliyle dünya barışını tehlikeye sokmaktadır. Trump’lı ABD’i hiç bu kadar ciddiyetsiz bir duruma düşmemiştir herhalde.
                
       Son durum, İran ile çok büyük gayret sonu oluşan nükleer silahlar anlaşmasının diğer imza sahiplerine rağmen çekilme kararı alınması. Bu kararın alınmasında ABD derin devletinin hükmü ne kadardır bilinmez ama bilinen bir gerçek şudur ki o da ABD’nin prestijinin uluslararası alanda kan kaybettiğidir. Arada çok kısa bir zaman geçmesine rağmen dünkü olumlu faktörler bugün nasıl yok kabul edilerek antlaşmadan geri çekilebilinir.
               
       Bizim kültürümüzde bir “Kurt Koyun” fıkrası vardır. Geliştirilen Evrensel değerler ve insan hakları, hegoman bir devlet ve onun tüccar lideri Trump’un basiretsizlikleriyle ne hale geldiği bütün dünya kamuoyunca izlenmektedir. Dünyada barış ve huzurun tesisine hizmet etmesi beklenen bu devasa gücün daha ne kadar büyümeye ihtiyacı olmalı ki kendisinden beklenilenin aksine davranmakta mahir görünmekte ve aldığı tek taraflı kararlarla barışı ve huzuru hançerlemektedir.
              
        Bir başka enteresan olay, Kudüs’ü İsrail’in Başkenti ilan etmesi. Karara tepki gösteren devletlerin hissiyatını BM götüren Türkiye ABD’nin yalnızlaştığına yönelik aldırdığı kararla bu gidişata dur diyebildi. “Ben yaptım oldu” anlayışının hâkim olduğu Trump’lu ABD’de bir şeylerin yanlış gittiği veya bombanın piminin kasıtlı olarak çekilmekte olduğu görülmüştür.
               
        Trump’un liderliğindeki ABD derin devleti, liderlerinin paratoner olarak görünmesini kendilerinin kurguladıkları bir mizansen sanılmasını arzulamaktadırlar. Bir devletin sivri ucu yani en son karar mekanizması mutlaka birinci sıradaki insandır. Bu haliyle o, yalnız bir insan, bir örgüt, bir küçük karar merci değil, dünyayı yerinde oynatacak olan bir iradedir. Kendi içinde çatlak seslerle uluslararası ilişkilerde güvensizlik oluşturmak özelliklede bugün ki ABD’ye hiç yakışmamaktadır.
    
        Hafızamızı şöyle bir geriye doğru işletecek olursak ABD’nin aslında Uluslar Arası İlişkiler dosyası Trump’un bu gün ortaya koyduğu resmin farklı versiyonları olduğu ortaya çıkar. 1945 yılından 2000’li yıllara kadar soğuk savaş mücadelesinde tek kutuplu yeni bir güç ortamında kendini bulan ABD  şartlara göre kurumlarını konumlandırarak dünyayı yeniden dizayn etmeye başlamıştı. ABD’nin dünyaya hegoman olması tarihi bir mirastan ziyade, ekonomik güce paralel olarak endüstriyel anlamda son derece gelişmiş ve güçlü olmasıyla kaimdi.  Bu devlette imparatorluk kültürü olmadığı için bu faktörler ABD’nin şimdilik dünyanın dizayn edilmesinde yeterli görülebilir.
       
      ABD’nin yüksek lisans seviyesinde üstün zekâlı insan istihdam etmesi ve bu insanların hazırladıkları binlerce projenin kabul görmesiyle özellikle silah sektöründe dünyanın önünde seyretmesi onu emperyal iştahını bastıramayan bir noktaya taşır. Uluslararası ilişkilerin görünmeyen boyutu olan istihbarat mücadeleleri esasında bu liderliğin alt yapısını oluşturur. ABD ülke dışında yaptığı her operasyon kendini güçlendirdiği için bütün savaşlarını dışarıda yapar. Yumuşak güç denemeleri genellikle diplomatik yani istihbarat savaşlarıyla sıcak müdahale öncesi savaşlarıdır. CİA önce bu yönde ortam hazırlar. Şayet yumuşak güç vetiresinde muvaffak olunamayacağı ön görülürse sert güç denilen metazor metotlara veya usullere başvurur.
       
        Getirisi gereği ABD’nin hegemonyası sürecekse sert güç-yumuşak güç fark etmez. Bush’un sert güç tercihi ile Obama’nın yumuşak güç tercihi şartların getirmiş olduğu duruma göre değişir. ABD’nin hegoman bir devlet olarak yeryüzü hâkimiyetini sağlarken kurucu insan unsurunun Avrupa kökenli olması ön yargıların oluşması hususunda önemli bir faktördür. Mesela birçok haçlı seferi düzenleyen Avrupalı olmasına rağmen Trump döneminde ayni amaca hizmet olan vahşi çalışmalar, şuur altlarının bu anlamda dışa vurmasıdır. Özellikle halkının büyük çoğunluğu Protestan mezhebi mensubu olması ABD’nin dünya jandarmalığı hegamonyası noktasındaki duruşunun rengini ortaya koyar. Bütün istihbarat bilgilerde bu yönde kendini gösterir. Onun içindir ki adaletle hükmetmeyen gücün sonu yoktur. Bitaraf olan bertaraf olur. Bundandır ki Kudüs İsrail’in Başkenti ilan edilerek Büyükelçiliğini oraya taşıma fütursuzluğu uygulanmıştır. Bu karar aşiret yapısındaki toplumların adaletine bezemektedir.
       
        Hâlbuki dillerinde düşürmedikleri “hak ve özgürlükler” değerlendirmeleri işin makyajı olduğu şeklinde anlaşılmaktadır. İşin özü manevi bir şovenizm üzere olan Hristiyan Ülkelerin sivri ucu olan ABD’yi durduracak değerin güç olduğu her hâlükârda kendini gösterir. Bugün Ortadoğu denilen coğrafyada bir armegodon savaşı provası yapılıyor. Bir takım süfli sebeplerin ardına sığınılarak medeniyetler savaşını sahneleyen güçler başta kendileri olmak üzere bütün cihanı ateşe attıklarının da farkındadırlar.



               

5 Aralık 2018 Çarşamba

Ege Denizi Kıta Sahanlığı "Sıddık DEMİR" Eğitimci, Gazeteci, Araştırmacı-Yazar // -Bu durum ise ülkemizin batıda (Egede) kuşatılmışlığına işaret olacağı için Rumlar inatlarından vazgeçmezlerse ya da esnemezlerse yakın gelecekte bir Türk-Rum savaşı gözükmektedir.

Ege Denizi Kıta Sahanlığı
Sıddık DEMİR
Eğitimci, Araştırmacı-Yazar
Cumhuriyetimizin kuruluşuyla başlayan bir problem. Kuruluşu takip eden yıllar içerisinde Rumların tek taraflı aldıkları kararın uygulanma sürecinde devletimizin kendini göstermesi, problemin büyüyerek günümüze kadar sürmesi olayı. Kıta sahanlığı konusu bu şekilde söylenip durur.

Yarı kapalı ve yüzlerce Ada’ dan oluşan Ege Denizi, deniz hukuku bakımında özel bir durum teşkil ettiği halde daha açık denizleri emsal göstererek hak iddiası, Rumların başvurduğu metottur. Başlangıçta bir top atımlık mesafe olan üç mil uzaklık esas kabul edildiği halde Rumlar, 1936 yılında tek taraflı olarak bu mesafeyi altı mile çıkarmıştır. O tarihten itibaren alınan bu karar ülkemiz menfaati bakımından bir kayıp olmadığı için her hangi bir karşı tasarrufta bulunulmamıştır. Bu yapı, iki tarafında haklarına ister tek taraflı ister iki taraflı olsun helal getirmemiştir. Eşit mesafelerde veya eşit kapsamlarda alınan bu kararlar, iki devletin denizi olduğu için rahatsızlık vermez. Nitekim 1936 yılında altı mile çıkarılan Rum kıta sahanlığına karşı ülkemizde ancak 1960’lı yıllarda eşit kıta sahanı kararı almıştır. Her iki devletin ilan ettikleri kıta sahanlığı ortasındaki alan ise Uluslararası deniz olduğu için her hangi bir çatışma veya ciddi bir rahatsızlık olmamıştır.

Bilindiği gibi kıta sahanlığı olayı, bir devletin kara sınırının bittiği yerden başlayarak devam eden deniz alanı sınırıdır. O günün şartlarında problem olmayan bu durum 1945 yılında Paris anlaşmasıyla on iki adaların sahibi durumunda olan İtalya devleti, bu adalar üzerindeki hakkını Rumlara devredince işin boyutu değişmiştir. Bu tarihten itibaren Devlet yetkililerinin üzerindeki rehavet kalkmış olup işin ciddiyetine binaen hep hazır ve tetikte olarak vaziyet alınmıştır. Birinci dünya savaşı sonucu olarak Ege’deki on iki adalar olarak bilinen adaların İtalya tarafında işgal edilmesi ve bu adalar üzerindeki hakkını Rumlar lehine feragat ederek çekilmesi, nur topu gibi bir problemimizin doğmasına vesile olmuştur. Rumlar her daim batının şımarık çocuğu olduğu için ancak güç karşısında kendine gelebilir. Nitekim birleşmiş milletlerin 1982 yılında almış olduğu deniz hukuku sözleşmesine göre, denize kıyısı olan devletlerin kıta sahanlığının azami on iki mili aşmayacak şekilde kabulü Rumların elini daha da güçlendirmiştir.Bu durumda özel şartlara muhatap olması gereken Ege Denizi kıta sahanlığı, Türkiye aleyhinde bir durum oluşturduğu için Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku sözleşmelerine imza koymamıştır.

1982 ve 1994 yılında ki deniz hukuku sözleşmesine itirazda bulunarak çekinceler ortaya koyan Türkiye'nin önerileri dikkate alınmadığı için Birleşmiş Milletlerin bu sözleşmesinde cesaret alan Rumlar kıta sahanlığını 12 mile çıkarmıştır. Yukarıda bahsi olan sözleşmeye dayanarak Rumların kıta sahanlığı iddiası Ege’de ki hakları açısında Türkiyeyi alarma geçirmiştir. Ana karadan itibaren olabilecek bu oniki mil olmuş olsa aliyyülâlâ..Rumlara bırakılan ve üzerinde hayat olan oniki adalar Rumların olduğu için her adanında bu kararla kıta sahanlığının olması kabul edilebilir şey değildir. Türk deniz sahası Ege’de neredeyse bitmiş olup adeta nefes alınamaz bir durum oluşturduğu için Ülkemiz Rumların oniki mil mesafesini savaş sebebi saymıştır. Bu durum, güç karşısında ancak geri adım atmakta olan Rum’lar meselenin çözümsüzlüğünden şimdilik ısrar etmektedir.

Ege denizinde her ne kadar on iki Ada’dan bahsedilse de çok daha fazla yani 2373’ e yakın irili ufaklı ada vardır. Bu adaların 2000’ inin üzerindeki Rumların, 60’ a yakını ise ülkemizindir. Öyle ki denize sınır yapılanmış Ege bölgesi şehirlerimize bir taş atımlık mesafede olan bu adalardan itibaren başlayan Rum iddiası anlaşılır gibi değil. Böyle olduğu için devletimiz bu konuyu hayat memat meselesi olarak görür. Ve blöf olmayan duruşunu keskin bir şekilde canlı tutar.

Türkiye, Birleşmiş Milletler deniz hukuku sözleşmesinin yalın halde ortaya koyduğu şartların Ege denizi gibi yüzlerce adası olan ve yarı kapalı bir deniz üzerindeki uygulanmasının mümkün olmadığını bütün platformlarda ifade eder. Zaten aynı sözleşmeye göre, anlaşmazlığın zuhur edeceği durumlarda iki veya daha fazla devletin kendi aralarında anlaşmalarına da fırsat verir. Rumların, açık deniz hukukuna göre yorum yapmaları ve hak iddia etmeleri diğer özel anlaşmalara dâhil olan yaptırımları görmezden gelir. Rum’ların on iki milde ısrarlı olması hali koskoca bir Ege denizinin neredeyse dörtde üçüne isabet eden alanı olacaktır. Ege’deki Uluslararası deniz alanları küçülecektir. Rum’ların deniz sahaları kadar da hava sahası olacağı için Ege denizi neredeyse bir Rum denizi olacaktır. Bu durum ise ülkemizin batıda (Egede) kuşatılmışlığına işaret olacağı için Rumlar inatlarından vazgeçmezlerse ya da esnemezlerse yakın gelecekte bir Türk-Rum savaşı gözükmektedir. Konunun bu kadar hassasiyetine binaen şimdilik bu durumun üstü kapatılmış olup çözülmemiş konu olarak beklemektedir.